HAC ARAFAT
(Bu yazı aylık Yeni Dünya Dergisinde yayınlanmıştır.)
Çeşitli uyarılara karşın, Hac görevini hasıraltı etmeye çalışan birtakım insanların değişik görüşleri var. Şekil ve kural tutkusunu aşmak isteyen bu kişiler, ‘şekil mi, niyet mi önemli’ deyip gerçek sembolik Hac konusunda kavram kargaşası başlatır. Kayıtlardan kurtulma düşüncesinin kaynağı bilinmez, ancak inanç, onları hemen sufi’ye yöneltir. Zira, bu olaya göre Kur’an ve Hadis’ler incelendiğinde Kabe’de ifa edilenin sembolik olduğu düşünülmekte ve "Gerçek Hac insan kalbi etrafında yapılandır" denmektedir.
Büyük sufi Mevlana Celaleddin'in "Kâbe, Azer oğlu İbrahim’in yaptığı bir binadır. İnsanın gönlü ise, yaratıcının vücut verdiği gerçek Beytullahtır" sözü, "Yerlere ve göklere sığmam,
mümin kulumun kalbine sığarım" kudsi hadisinin ifade ettiği mana ile birleştirilir ve ortak görüş şöyledir:
"İnsanın mutsuz olarak yaşam sürdüğü bir dünyada, hiçbir Hacc’ın, hatta hiç bir ibadetin anlamı olmadığını savunanların hatıraları önünde insanlık adına eğilmeyi onur biliriz" .
Şimdilik, bu varsayımlara bir nokta koyarak, Hac ile ilgili Hadislere bir göz atalım dilerseniz...
Resulullah Efendimiz, şöyle diyor;
- Beytullah'a ulaştıracak azık ve binek hayvanına malik olup da Haccetmeyen kişinin Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesinin kendisince ne önemi vardır!..
Kuran-ı Kerim’de ise, konu şu şekilde sunulmuş: "İnsanlar üzerinde Allah'ın hakkı, yoluna gücü yetene Beytullah’ı Hacc etmektir." (Ali imran/97)
Bir adam geldi, Resululllah'a sordu;
- Hacc’ı farz kılan nedir ya Resulullah?
Resulü Ekrem (S.A.V.) cevap verdi :
- Azık ve binektir. (Tirmizi)
Hadislere devam ediyoruz;
"Umre, kendisi ile öbür umre arasındaki zaman içinde işlenen günahlara kefarettir. Haccı Mebrur'un cennetten başka karşılığı yoktur." (Müslim)
"Her kim beyte gelir, kadına yaklaşmaz, fısk işlemezse o kimse, anasından doğduğu gibi döner." (Müslim)
"Hac Arafat’tır. Kim Cem gecesi sabah namazından önce
gelirse, Hacc’ı tamamlar. Mina günleri üçtür. Artık, kim iki
günde acele ederse onun üzerinde bu günah yoktur, kim de
gecikirse, ona da günah yoktur."
Ayrıca Resûlullah Efendimiz’in Kâbe ile ilgili Hadisi de şöyle;
"Kâbe'de kılınan iki rekat namaz, dünyanın başka
mescitlerinde kılınan namazdan yüz bin defa daha sevaptır."
Günümüz yazarlarından, İslamı Çağdaş Bilimler Işığında inceleyen
Üstâd Ahmed Hulûsi, bu konuda şunları söylüyor:
Beyin tarafından üretilen ve sinirler vasıtasıyla bütün vücudu
kaplayan bioelektriğin varlığı gibi, dünyanın da altından
akmakta olan akım kanalları mevcuttur.
Ley hatlarına pozitif akım kanalları, Kara akım hatlarına da
negatif akım kanalları ismi verilmektedir. İşte bu pozitif akım
kanallarının en önemlisi, Mekke’de bulunan Kâbe-i
Muazzama'nın altı, bunun uzantısı da Arafat Dağı’nın altıdır.
Çok güçlü pozitif enerji dolayısıyla Harem-i Şerif'te bulunan insanların
beyinleri olağanüstü şekilde etkilenip aşırı bir faaliyete girmektedir ki,
bu alan içinde yaptıkları her amel için, normale kıyasla yüz bin defa
daha fazla sevap kazanmaktadır.
Dolayısıyla, her fiil hatta düşünce (pozitif-negatif), yukarıda
belirlenen orana göre, Ruha sevap veya günah olarak işlenmektedir.
Zira Tahakkuk ve Tasarruf’un aynı anda yaşandığı Kâbe'de insan,
dolayısıyla düşüncelerinden dahi mes'ul oluyor.
Velayet keşfine sahip olan veliler ile, Allah’ın Zatı’nın verdiği güç ile
Fetih kemalatını bünyesinde bulunduran velilerin Kâbe konusunda
ilginç müşahedeleri ve görüşleri var.
Ortak görüşü, El-Ibriz isimli eserin yazarı Seyid Abdülaziz El Debbağ
Hazretleri, (ki zamanın Gavsı olduğu söylenmektedir) “Kâbe’de
göğe yükselmekte olan bir Nur sütunu var, bu Kâbe’nin
Ruhu’dur” şeklinde dile getirmektedir.
Yani, keşif sahibi olan veliler, Kabe’nin ruhunun varlığını müşahede
ederken, Fetih ehli veliler, O ruhu aynen görebiliyor. Keşif ve Fetih
ehli arasındaki fark budur.
İşin ilginç yönü şu: Biz sadece İnsan’ın Ruhunun var olduğunu
biliyorduk; ancak Kâbe’nin bir Ruhunun olabileceğini hiç
düşünmemiştik… Demek ki, İnsanları akın akın kendisine çeken,
namazın kıblesi konumundaki Kâbe, nitelikleriyle canlı, şuurlu ve ruhu
olan bir varlık… İlahi!
Gerçekten aklımıza gelmemişti, yoksa putlardan farkı ne olacaktı
ki!…
Anlaşılan, biz İslamı kulaktan dolma, nakilden nakile kabul ederek
gerçek haliyle anlatılanı dinlememiş, “hadi canım sen de” diyerek
kulak arkası etmişiz. Kitabın;
“Hâlâ düşünmüyor musunuz? Tefekkür etmiyor musunuz” şeklindeki
tüm uyarılarına karşın!…
Bu mevzuya açıklık getirecek Ayeti Kerime;
"İnna aradnel emanete allessemavati vel ardı vel cibali fe
ebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha ve hamelel insan..
innehu kane zalumen cehula (Azhab/72)
(Biz emaneti göklere arz'a ve dağlara arz ettik onlar bunu
yüklenmekten kaçındılar, endişeye düştüler, insan bunu
yüklendi, hakikat o, çok zalim ve çok cahil oldu)
Yorumu şöyle olmalı;
Allah, bildiğimiz manada bir Tanrı değildir, her noktada mevcuttur.
Fatır olan Allah’ın programladığı her şey, istenilen biçimde varlığını
devam ettirir. Varlığını Allah’tan alan her birim; canlı, şuurlu ve
diridir.
Tasavvuf, bu hususa ‘Allah’ın zat’ı her zerrede mevcuttur, hatta
zerre yoktur sadece O’nun Zat’ı vardır’ şeklinde bir yorum getirirken,
Kur’an, bir başka Ayeti Kerime ile konuyu şu şekilde değerlendiriyor:
“Ne yana başını çevirirsen Allah vechini görürsün.”
Kuran’ı te’vil ilmi ile, yani batın ciheti ile bilmeyenlerin, Gönül Kâbesi
ile, taş yığını gibi gördükleri Kâbe’yi mukayese ederek fetvada
bulunmaları, Tanrı ile Allah kelimeleri arasındaki manayı fark
edememeleri, ayrıca Allah ile sistem ilişkisini okuyamamalarından
kaynaklanmaktadır.