“İnsanları Allah’a götüren yollar, mahlûkatın nefeslerinin adetleri kadardır.” Bu yollar ise gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin açmış oldukları yollardır. Her peygamberin kendisinden sonraki peygamberlerle risâlet görevi sona ermiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’e gelinceye kadar her peygamber bir evvelkinin hükmünü nesh etmiştir. Böylece Efendimiz’e (s.a.v) gelinceye kadar bütün peygamberlerin yolları kapanmıştır. Kıyamete kadar Cenâb-ı Allah’a gidecek yegâne yol Rasûlullah (s.a.v)’in yoludur. Ve bu yol kıyamete kadar açık bir şekilde kalacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın emri böyle tahakkuk etmiştir.
Bizim bu yazımızda anlatmak istediğimiz; Allah’ın yakınlığına erdiren yollardır. Bu yolların kaynağı da Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’dir. Allah’ın yakınlığına erdiren yolların kapıları tıpkı Cennet’in kapıları gibi sekizdir. Bu kapılar, Cennet’teki gibi yan yana olmayıp art ardadır. İlk kapı olan akıl kapısından giren, sevgi kapısına gelir. Bu şekilde art arda gidilerek bir önceki kapıya gelmeden bir sonrakine ulaşmak mümkün değildir.
Her kapı bir sonrakinin ön şartıdır. İşte Allah’ın yakınlığına erdiren yolların kapıları şunlardır:
1. Akıl kapısı,
2. Sevgi kapısı,
3. Îman kapısı,
4. İlim kapısı,
5. İhsan kapısı,
6. İhlâs kapısı,
7. Tövbe kapısı,
8. Rıza kapısı.
Şimdi de bu kapıları sırasıyla açıklayalım:
1. AKIL KAPISI
Akıl; çirkini-güzeli, eğriyi-doğruyu, hakkı-batılı bilerek, hakkı bulup onda sükûn eden melekeye denir. Zira Rasûl-i Ekrem Efendimiz hadis-i şeriflerinde aklı; “İnsana Allah’ı bulduran, ona îmanı öğreten ve Allah’a itâate sevk ettiren” bir meleke olarak tarif etmişlerdir. (1)
2. SEVGİ KAPISI
Sevgi; herhangi bir şeye karşı aşırı ilgi duymaya denir. Sevgi ikiye ayrılır:
a) Hakk için olan sevgi,
b) Halk için olan sevgi.
Hakk için olan sevgi, güzel ahlâkın tebeyyünleri ile ortaya çıkan güzelliklerdir. Meselâ; hiç tanımadığı hâlde bir insana güzel ve kibarca davranıp onu misafir etmek, yedirip içirmek, ihtiyaçlarına gücü yettiğince yardımcı olmak, yapılan eziyetlere tahammül etmek insanı Allah’a îman etmeye kadar götürür.
Halk için olan sevgide ise, belki nefsin hoşuna giden menfaatler olabilir; ama sonunda, nefsin menfaatlerinin neticesi olarak ortaya çıkan hareketler insanı Hz. Allah’ın gazabına ve Cehennem’e götürür.
3. ÎMAN KAPISI
Îman; bütün yaratılmışlar; put, tağut ve tapılan diğer mahlukları bir yana itip onları yaratan Hallâku’l-Âlemîn olan Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü tasdik etmektir.
Bütün maddeleri; madenleri, taşları, toprakları, ağaçları, suları, güneşi, ayı yaratan sadece Hz. Allah’tır.
Cenâb-ı Hakk, putperest insanların tapmış oldukları putların maddelerini (taş, toprak, güneş gibi) yaratmıştır. Bilahare insanlar Allah’ın yarattığı madenlere, taş ve topraklara kendi elleriyle şekil vererek put haline getirmişlerdir. Bu putları da kendilerine ilâh olarak ittihaz etmişlerdir. Böylece şirke düşmek suretiyle îman nimetinden mahrum kalmışlardır. Hâlbuki insana Allah katında değer kazandıran îmandır. Îmansız insanın Allah katında hiçbir kıymeti yoktur.
4. İLİM KAPISI
İlim; Hz. Allah’ı bilmek, O’nu tanımak, O’nun emirlerini yerine getirmek ve kişinin kendi nefsinin acziyetini bilmesidir. İmam Mâlik (rh. a): “İlim çok rivâyet etmek değildir; ancak ilim Allah (c.c)’nun kalbe bıraktığı bir nurdur (marifetullah nuru yani Allah’ı bilmektir.)” buyurmuştur.(2)
5. İHSAN KAPISI
Amel; Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerinin insanlar tarafından fiiliyata dökülmesine denir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) bir hadîs-i şeriflerinde: “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” (3) buyuruyor. İşte Allah’ın gördüğünü düşünerek yapılan ibadet, ihsan makamıdır. Kulun Allah’a karşı olan yakınlığının arttığı bir makamdır. Bu makama ulaşabilmek için de Allah’ın rızasına, Efendimiz (s.a.v)’in sünnetine uygun hareket edip bu hareketleri devamlı yapmak gerekir.
6. İHLÂS KAPISI
İhlâs odur ki; riyanın zıddıdır. Riyâ; gösteriş için amel yapmaya denir. İhlâs ise, sırf Allah için amel yapılmasıdır.
İhlâs; Cenâb-ı Hakk’ın rızası için yapılan amellerdeki öze denir. İhlâsı bulabilmek için şevkle Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in sünnetlerine yapışmak gerekir. Aksi takdirde ihlâsı bulmak mümkün değildir. Cüneyd-i Bağdadî (rh. a): “İhlâs Allah ile kula arasında bir sırdır. Melek bilmez ki yazsın, şeytan bilmez ki bozsun, heva bilmez ki eğsin.”
7. TÖVBE KAPISI
Bu makamda çok tövbe edip Cenâb-ı Hakk’tan af ve mağfiret dilemeli ki, Cenâb-ı Hakk kulunu affetsin.
Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in hiç günahı olmadığı hâlde günde 100 defa Allah’a tövbe ve istiğfar yapardı.
Buradaki tövbe, kişinin bir günah işlemesinden dolayı yaptığı tövbe değildir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in hiç bir günahı yoktu. Kişinin acziyetinin ve kulluğunun Cenâb-ı Hakk karşısında ne kadar zayıf ve biçare olduğunun ifadesidir. İşte burada o kul, yaptığı her amelin Cenâb-ı Allah’a lâyık olmadığını, Allah’ın şanı karşısında yaptığı bütün amellerin noksan kaldığını kabul eder. Nitekim Efendimiz (s.a.v) bir duasında: “Ey ibadet edilmeye lâyık olan Rabbim! Seni hakkıyla tanıyıp Sana kulluk edemedim.” (4) buyurmuştur. O ki Âlemlerin Habîbi’dir. O böyle söylediği takdirde hiç bir kulun, hiç bir amelinin Allah’ın şanına lâyık olduğu söylenemez.
İşte bu tövbe kapısında kul, Allah Teâlâ karşısında devamlı acziyetini kabul edip, boynunu büktükçe Cenâb-ı Hakk onu bir sonraki kapı olan rıza kapısına çeker.
8. RIZA KAPISI
Rıza; îmandan sonra bütün makamları içine alan en büyük bir makamdır. Kişi bu makamda bütün hareketlerini Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için yapar. Yarattığı bütün mahlûkata sırf O’nun için hizmet ederek Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Bu makamı elde edebilmek için bütün güzel ahlâklar yaşanmaya çalışılmalıdır. Bu makam için; kişi Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in günlük bütün sünnetlerini yaşamaya çalışarak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmalıdır.
Öyle olur ki; artık Cenâb-ı Hakk ondan razı olur. Allah Teâlâ ondan razı olunca âyetleriyle de müjdeler. “Ey mutmain olmuş nefs! Sen Allah’tan, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (5) âyeti onun ruhunda tecellî eder. Bu tecelliyle o kişi anlar ki, Rabbü’l-Âlemîn ondan razıdır. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Allah bir kulu sevdi mi Hz. Cebrail (a.s.)’a: ‘Allah falanı seviyor, onu sen de sev!’ diye seslenir. Onu Cebrail de sever. Sonra o, sema ehline: ‘Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!’ diye nida eder, derken, bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz halkı (insanlar) arasına hüsn-ü kabul konur.” (6) Îman sahipleri, Allah sevdirdiği için o kişiye ellerinde olmayarak hürmet ve hizmet ederler. İşte böylece rıza makamı Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
***
Buraya kadar anlattıklarımız, kulun kendi cehd ve gayretiyledir. Yani kul çalıştığı ve gayret ettiği nispette bu kapıları geçer; ama bundan sonraki aşk kapısı tamamen Cenâb-ı Hakk’ın ictibasıyladır (seçmesiyledir). Bu kapıdan herkes giremez. Yani kul kendi cehd ve gayreti ile bu kapıdan giremez. Ancak Cenâb-ı Allah’ın seçip çektikleri girebilir. Onun içindir ki bu aşk kapısı yukarıdaki diğer sekiz kapıdan ayrıdır.
Şimdi de aşk kapısını izah edelim:
AŞK KAPISI
Aşk öyle bir şeydir ki; tarifi mümkün değildir. Aşk öyle bir ateştir ki; ne közü bellidir, ne rengi görünür, ne de dumanı vardır.
Cenâb-ı Hakk’ın seçip çekmesine “ictibâ yolu” denir. İctibâ yolu, en yüksek, en yüce, en şerefli bir yoldur. Burada kuldan değil, Rabbü’l-Âlemîn’den talep vardır. İşte Allah’a en yakın kullar bu ictibâ yoluyla çekilen kullardır ki, bunların içinde “veysîler” de vardır. Bunların sayıları azdır; fakat çok yüce bir tabakadır. İctibâ yolunun sertâcı önce Rasûl-i Ekrem (s.a.v), ondan sonra Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ)’dır. Daha sonra Sahâbîler, Sahâbîlerden sonra da Hz. Veysel Karânî (k.s)’dur. Ve daha sonra mezhep imamlarımız, tasavvuf pirleri ve velîlerdir. Hazret-i Abdülkâdir Geylânî (k.s) ise Sahâbîler hâriç, bütün velîlerin ve pirlerin üstâdıdır. Bütün pirler ve velîler, emirleri ondan alırlar. Kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Aşkın öyle bir harareti vardır ki; kendinden başka içine düşen her şeyi yakar bitirir. Mesela; bir yerde çok kuvvetli bir ateş olsa, o ateşin içine ne atsan hepsini yakar. Ağaç, kumaş, kağıt, cam, maden ne olursa olsun hepsini eritir, kendine döndürür, kendi gibi ısı vermeye başlar.
İşte aşk, kendinden başka hiçbir şey bırakmaz. Yani, Hz. Allah’ın sevgisi bir gönülde varsa, ikinci bir sevgi oraya giremez, Aşkullah onu yakar bitirir. Zaten kalpte iki sevgi olmaz. Hz. Allah kalpteki sevgiye ortak kabul etmez. Bu kalbe ne dünya, ne de âhiret nimetlerinin hiç birisi sokulamaz.
Aşk, sevgiyle başlar; ama insan kendi cüz’î iradesiyle sevgiye talip olur. Sevgi kapısından herkes girebilir. Aşk kapısından ise herkes giremeyip, sadece Cenâb-ı Hakk’ın içeri aldıkları girebilir. Aşk kapısından içeri giren, Cenâb-ı Hakk’tan başka bir şey düşünemez. Herhangi bir mecliste, herhangi bir yerde Allah’tan bahsedilmeyince orası o kişiye en büyük işkence mahalli ve zindan olur. Oradan bir an önce kurtulmak ister.
Cenâb-ı Hakk’ın bu aşk nimetinden verdiği kimseler uzakta dahi olsalar birbirlerini deli gibi severler. Karşılaştıkları zaman hiç konuşmasalar bile, göz göze gelmeleri kâfidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk onların gönüllerine nazarlarıyla tecelli eder. Her an birbirlerine kavuşmak isterler.
Aslında Allah için olan sevginin menşei Rabbü’l-Âlemîn’den sonra Rasûl-i Kibriyâ’dır. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere vermiş olduğu aşkın nuru, Rasûlullah (s.a.v) vasıtasıyla gelir. Rasûlullah olmadan bu iş muhaldir. Allah Teâlâ, mecazî aşkın kaynağına, Mekke-i Mükerreme’de gerçekleşen şu hadisede Rasûl-i Ekrem’in nurunu me’haz kılmıştır. İlâhî aşkın kaynağını da her şeyin yaratılmasına sebep olan Habîb-i Müctebâ olarak takdîr etmiştir.
Efendimiz (s.a.v) daha dünyaya gelmeden babası Hz. Abdullah, Mekke sokaklarında dolaşırken çok zengin ve güzel bir kadın, Hz. Abdullah’ı çağırarak:
- “Benim yanıma gelip, bir zaman benimle beraber kalırsan, sana çok fazla para ve hediye vereceğim.” der; ama Hz. Abdullah:
- “Ben Allah’tan korkarım!” diyerek bu teklifi reddeder. Bilahare Hz. Âmine Hatun’la evlenir ve taşıdığı Rasûl-i Ekrem’in nuru Hz. Âmine’ye intikal eder. Aradan bir zaman geçtikten sonra o kadınla tekrar karşılaşır. Kadın Hz. Abdullah’a iltifat etmeyip, konuşmaz bile… Bu durum Hz. Abdullah’ın hayretini mucip olur. Kadına der ki:
- “Yoksa sen de mi Allah’tan korkup bu kötü işleri bıraktın?” Kadın ise:
- “Hayır! Ben senin alnında büyük, parlak bir nur görüyordum. Benim iştiyakım o nura idi; ama şimdi sende o nuru göremiyorum. Göremediğim için de sana iltifat etmedim.” der.
İşte Rasûl-i Kibriyâ daha dünyaya teşrif etmeden taşıdığı nurundan dolayı mecazî bir aşkın me’hazı (kaynağı) olmuştur. Ya ilâhî aşk? O daha başkadır.
Rasûlullah Efendimiz Uhud harbinde iken Hanım Sahâbîler Medine’de kalmıştı. Medine’ye ise harpte Müslümanların mağlup duruma düştüğü, hatta Efendimiz (s.a.v)’in şehîd olduğu haberi ulaşmıştı. Ümmü Süleym (r.anhâ) bu haberi alır almaz er meydanı Uhud’a koştu. Yolda diğer Sahâbîler ona önce çocuklarının, sonra kardeşinin, daha sonra da kocasının öldüğü haberini verdiler; fakat o bunların hiç birisine üzülmüyor hep Rasûlullah’ı soruyordu. Herkese: “Nerede Rasûlullah?” diyordu. Ta ki Efendimiz’i (s.a.v) görene kadar hiç bir şey onu teskin edemedi; ama Rasûl-i Kibriya’yı görünce ne kardeşini, ne evladını, ne de kocasını hiç düşünmedi. O’nu bu denli Allah’a bağlayan, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in sevgisi idi.
Zira böyle bir metaneti gösterebilmek için çok büyük bir ilâhî aşk gerekir. İşte o ilâhî aşkın Allah’tan sonra kaynağı Rasûl-i Ekrem Efendimiz’dir. Rasûlullah’tan sonra aşkın merkezi Hz. Fâtımâ’dır. Çünkü Hz. Fâtımâ nübüvvetten parçadır. Bütün insanlara aşk Rasûl-i Kibriyâ’dan sonra Hz. Fâtımâ’dan ve Rasûlullah (s.a.v)’in dünyadaki o zamanın halîfesinden gelir ve insanlara dağılır...