İslam Güzel Ahlaktır İslam Güzel Ahlaktır |
|
| Hendek Savaşı | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Admin Admin
Mesaj Sayısı : 318 Kayıt tarihi : 14/03/09
| Konu: Hendek Savaşı Perş. Mart 19, 2009 10:06 pm | |
| Hicretin 5. senesi, 29 Şevval. Milâdî 24 Ocak 627. Uhud Harbinden iki yıl sonra vuku bulan Hendek Muhârebesi, İslâmî gelişmenin önündeki engellerin büyük ölçüde bertaraf olmasında büyük rol oynamış mühim muhârebelerden biridir.
Düşman saldırısını kolayca önlemek maksadıyla, Resûl-i Ekremin Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, Hendek Savaşı adını alan bu muhârebenin bir diğer adı da “Ahzab”dır. Bu adı, Kureyş müşrikleri ile birlikte, Yahudiler, Gatafanlar ve daha bir çok Arap kabilesi ve topluluklarının Medine üzerine yürümek için bir araya gelmiş olmalarından dolayı almıştır.
Hatırlanacağı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Yahudî kabilelerinden biri olan Benî Nadir’i Medine’den sürmüştü. Onlar da Kuzeye giderek Hayber, Şam ve Vadi’l-Kura gibi mühim yerlere yerleşmişlerdi.
Bunlar Medine’den kovulmuş olmanın acısını, gittikleri yerlerde Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde menfî propaganda ve tahriklerde bulunmak, civar halkını Müslümanlar aleyhine kışkırtmak suretiyle dindirmeye çalışıyorlardı.
Benî Nadir Yahudilerinin kışkırtmaları, teşvikleri ve öncülük etmeleriyle meydana gelmesine sebep oldukları hâdiselerden biri de işte bu Hendek Muharebesidir.
Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Resûlullah ve Müslümanların vücûdunu ortadan kaldırmak fikrini bu Yahudîler ortaya attılar. Zaten, Kureyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyor ve böyle bir teşebbüse her zaman hazır bulunuyorlardı. Zira, onlar Uhud Savaşından galip çıkmalarına rağmen, İslâmî gelişmeyi durduramadıklarının, Müslümanların gittikçe çoğalmasına engel olamadıklarının ve Resûl-i Ekrem Efendimizin nüfuz sahasını genişlemesine mani olamadıklarının çok iyi farkında idi. Ticâret yollarının hemen hemen bütünü kapanmış durumdaydı.1 İktisâdî yönden kendilerini yok olmakla karşı karşıya getirecek bu duruma seyirci kalmak istemiyorlardı. Rahat hareket edebilmeleri için de, Medine’deki İslâm Devletinin nüfuzunu kırmak arzu ve emelini taşıyorlardı.
Medine üzerine birlikte yürüyüp, Hz. Resûlullahın bayraktarlığını yaptığı iman ve İslâm hareketini yerinde boğma teklifi, daha evvel belirttiğimiz gibi Benî Nadir Yahudîlerinin liderleri durumunda olanlardan geldi.2
Müşriklerin lideri Ebû Süfyan, “Siz bu işte samimi misiniz?” diye sordu.
Dessas Yahudîler, “Evet,” dediler, “biz Muhammed’le çarpışma hususunda sizinle anlaşalım diye geldik.”
Ebû Süfyan bundan gayet memnun oldu ve bu memnuniyetini şöyle ifâde etti:
“Öyle ise hoş geldiniz, safâ geldiniz! Muhammed’e düşmanlıkta bize yardımcı olanlar, yanımızda en sevgili, en makbul kimselerdir!”
Sonra da samimiyetlerini ölçme babında şu teklifte bulundu:
“Ama” dedi, “siz bizim ilâhlarımıza tapmadıkça, size pek güvenemeyeceğiz!”
Menhus gayeleri uğrunda her türlü aşağılığı işleyen Yahudî heyeti, derhal putlar önünde secdeye vardılar.
Böylece Medine üzerine yürüyüp, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bayraktarlığını yaptığı imân ve İslâm hareketini yerinde boğma kararında birleşip anlaştılar.
Yahudîlerin, bile bile hakkı gizlemeleri
Mekke’ye gelen heyet, Yahudî âlimlerinden müteşekkildi. Müşrikler, hazır ayağa gelmişken onlardan bir hususu da öğrenmek istiyorlardı. Kendi aralarında, “Gelenler bilgi sahipleri ve ehl-i kitaptırlar. Biz mi, yoksa Muhammed mi daha doğru yoldadır, bunu kendilerine bir soralım” dediler.
Bunun üzerine Ebû Süfyân, onlara, “Ey Yahudî cemâatı” dedi, “sizler, kendilerine ilk semavî kitap inmiş, ilim ehli kimselersiniz.
“Muhammed’le anlaşamadığımız meseleyi açıklığa kavuşturunuz. Bizim yolumuz mu, onun dini mi daha hayırlıdır?”
Aleyhlerinde olan hakkı gizlemeyi meslek edinen Yahudîler, “Allah için söylenecekse, siz hakka ondan daha yakınsınız” demekte tereddüt göstermediler.
Bu sözler, haliyle müşrikleri fazlasıyla sevindirdi. Derhal bu kararların tahakkuku için hazırlanmaya başladılar.
Yahudîlerin müşriklere söyledikleri, gerçek dışı beyanlardı. Hakkı bile bile gizliyorlardı. Bunun üzerine inen âyet-i kerimelerde meâlen şöyle buyuruldu:
“Görmedin mi kendillerine Tevrat’tan ilim verilen o kimseleri ki, Allah’tan başka ibâdet olunan bâtıl ilâhlara ve tâğuta îmân ederler ve kâfirler için ‘Bunların yolu mü’minlerin yolundan daha doğrudur’ derler.
“Onlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’ın lânet ettiği kimseye ise artık hiçbir yardımcı bulamazsın.
………
“Sonra onlardan bir kısmı îmân etti, bir kısmı da yüz çevirdi. O yüz çevirenlere, alevli bir azap olarak Cehennem yeter.”1
Diğer kabilelere yapılan dâvet
Benî Nadir Yahudîleri, Mekkeli müşriklerden, beraber hareket etmek üzere söz aldıktan sonra Gatafanlarla da, Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünü kendilerine vermek şartıyla anlaştılar.2 Ayrıca civarda bulunan diğer Arap kabilelerine de propagandacılarını gönderdiler. Onları da Medine üzerine yürümek için ayaklandırdılar.
Bu arada, harpte başrol oynayacak olan Mekkeli müşrikler de Arap kabilelerinden bazılarını harbe iştirâk ettirmek için kiraladılar. Böylece, Yahudîlerin propaganda, tahrik ve teşvikleriyle Mekkeli müşriklerden civardaki Arap kabilelerinden, Gatafanlar ve Ahabîş kabilelerinden büyük bir ordu teşkil edildi.
Her zaman olduğu gibi hedef ve gaye tekti: Medine üzerine yürüyüp, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmak ve Müslümanları yok etmek!
Adı geçen kabileler, bu menfur gaye ve hedef etrafında, Hz. Resûlullah ve İslâmiyete düşmanlık derecelerine göre toplanmışlardı.
Kureyş müşriklerinin sayısı Ahabîş ve onlara katılan kabilelerle birlikte 4.000 idi. Yahudîlerin teşvik ve kışkırtmalarıyla bir araya gelenlerin sayısı ise 6.000’di. Böylece düşman ordusunun sayısı 10.000’i buluyordu. Müşrik ordusuna Ebû Süfyan bin Harb komuta etmekte idi. Orduda, 300 at, 100 deve vardı.3 Bunlar dışında diğer kabilelerden meydana gelen 6.000 kalabalığın at ve deve sayısı kesin bilinmemektedir. Bütün küfür birlikleri birleşince, komuta yine Ebû Süfyan’da kaldı.4
Huzaâ kabilesi eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizle dost geçinen bir kabile idi. Bu dostluğun başlangıcını Abdülmuttalib ile olan anlaşma ve ittifâkları teşkil ediyordu.
İşte, Kureyş müşriklerinin ciddi bir hazırlık içinde bulundukları hakkındaki raporu, bu kabileden bir süvari, normal olarak on iki günde alınan yolu, fevkâlade bir sür’atle tam dört günde katederek Medine’ye Peygamber Efendimize ulaştırdı.
Haberi alan Peygamber Efendimiz, vakit geçirmeden derhal Ashab-ı Kiramı toplayarak kendileriyle istişâre etti.
Resûl-i Ekrem, “Medine dışında düşmanla çarpışalım mı? Yoksa Medine’de kalarak müdafaa savaşı mı yapalım?” diye sordu.
Görüşmeye sunulan bu teklifle ilgili muhtelif fikirler serdedildi.
Bu arada Selman-ı Farisî, “Yâ Resûlallah! Biz Fars toprağında düşman süvarilerinin baskınlarından korktuğumuz zamanlarda, etrafımızı hendeklerle çevirip savunurduk” diye konuştu.
Teklif hem Hz. Resûlullah, hem Sahabîler tarafından makul karşılandı ve ittifakla şu karar alındı: Medine’de kalınacak ve şehrin etrafında hendekler kazılmak suretiyle düşman saldırısına karşı konulacak. Böylece muhasarada kalmak, açık arazide vuruşmaya tercih edildi.
Peygamber Efendimizin böyle bir taktiği tercih etmesinin altında, harpte az insanın öldürülmesi, az kan akıtılması gibi mühim bir gaye de yatıyordu. Aslında bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün harplerde gözden uzak tutmadığı bir prensibi idi.
| |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 318 Kayıt tarihi : 14/03/09
| Konu: devamı Perş. Mart 19, 2009 10:07 pm | |
| Hendek kazı işine başlanması
İttifâkla şehrin dahilden müdafaasına karar verilince, hendek kazı işine Resûl-i Ekrem Efendimizin emir ve tavsiyeleri üzerine derhal başlandı. Peygamber Efendimiz, nerelerin, kimler tarafından kazılacağını bizzat tayin ve tesbit etti. Şehrin güneyinde oldukça sık bahçeler vardı. Düşmanın buradan geçebilme ihtimali çok zayıftı. Geçmeyi göze alsa dahi, yayılarak değil de, birer kol halinde geçmeye mecbur olacağından durdurulması ve bozguna uğratılması için küçük bir askerî müfreze bile kâfi gelirdi. Doğu istikametinde ise, Peygamber Efendimizle anlaşma halinde bulunan Benî Kurayza ve diğer Yahudîler ikâmet ediyorlardı. Bu sebeple hendek kazı işi, tamamen açık arazi olan şehrin kuzey tarafında yapılıyordu. Yapılan tesbitler bunu gerektiriyordu.
Bütün Müslümanlar, hattâ az çok eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazıyorlardı. Kazı işine bizzat Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) katılıyor, bir an evvel tamamlanması için Müslümanların şevk ve gayretlerini her zaman canlı tutuyordu. Gönüllü Müslümanlar, bütün gün çalışıyorlar, geceyi geçirmek için evlerine dönüyorlardı. Buna karşılık Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir tepecik üzerinde kurdurduğu çadırında1 gece gündüz kalıyordu. Hem çalışmalara bizzat katılıyor, hem de çalışanlara nezaret ediyor ve mürakabesini sürdürüyordu. Kâinatın Efendisi toza toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan yaptığı çalışmalarında zaman zaman Müslümanların, “Yâ Resûlallah, bizim çalışmamız kâfi gelir. Sen, ne olur çalışma da istirahat buyur” tekliflerine muhatab oluyordu. Ancak Efendimiz, “Ben de çalışarak, bu sevaba ortak olmak istiyorum” cevabını vererek gayret ve sevaba nâiliyet arzusunu dile getiriyordu.
Zaman zaman da kazı ve zenbille toprak taşıma esnasında, Abdullah bin Revaha’nın, “Allah’ım sen bize doğru yolu göstermemiş olsaydın, biz ne sadaka verebilir, ne de namaz kılabilirdik. Üzerimize yürüyen kâfirler, bizim çekindiğimiz fitne ve fesadı yapmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen kalblerimize sabır ve sekinet indir, ayaklarımıza sebât ver!”2 meâlindeki kıt’aları terennüm ediyordu. Haliyle, bu gönüllü mücahidlerin gayretlerini arttırıyordu.
Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazı işine devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem onların bu hallerine şefkat ve merhametle bakıyor ve, “Allah’ım! Ahiret hayatından başka—taleb edilecek baki—bir hayat yoktur. Sen, Ensar ve Muhacirlere mağfiret eyle!” diye duâ ediyordu.
Çalışan Müslümanlar da Hz. Resûlullahın bu samimi duasına, şu içli mukabelede bulunuyorlardı:
“Hayatta olduğumuz müddetçe, Allah yolunda cihad etmek üzere Muhammed’e (a.s.m.) bîat etmiş kişileriz.”1
Kazı işi devam ediyordu. Bir ara, Sahabîler sert bir kayaya rastladılar. Onu parçalamaya uğraşırken balyoz, kazma kürek gibi bir sürü âletleri kırıldı. Yine de onu parçalamaya muvaffak olamadılar. Durumu, o sırada kıldan dokunmuş çadırının içinde dinlenmekte olan Resûlullah Efendimize haber verdiler:
“Yâ Resûlallah! Karşımıza kazı esnasında ak bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık! Bu husustaki emriniz nedir?”
Peygamber Efendimiz, Selman-ı Farisî’nin balyozunu aldı. “Bismillah” diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve “Allahü Ekber, bana Şam’ın anahtarları verildi! Vallahi, ben şu anda Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum” buyurdu.
Sonra, yine “Bismillah” deyip kayaya balyoz ile ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı. Yine, “Allahü Ekber, bana Fars’ın anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, Kisra’nın Medâin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum” buyurdu.
Ondan sonra üçüncü defa yine, “Bismillah” deyip balyoz ile vurdu. Kayanın geri kalan kısmını da yerinden kopardı.
Yine, “Allahü Ekber, bana Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu anda ben, San’a’nın kapılarını görüyorum” buyurdu.2
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, haber verdiği bütün bu fetihler Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti. Bunları gören Ebû Hüreyre (r.a.) Müslümanlara şöyle dedi:
“Bu fetihler sizin için bir başlangıçtır. Vallahi, Allah, fethedeceğiniz veya Kıyâmete kadar fetholunacak şehirlerin hepsinin anahtarlarını önceden Muhammed’e (a.s.m.) vermiştir.”1
Orduya verilen ziyâfet
Hendek kazı işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışan Müslümanlar, doğru dürüst yiyecek bir şeyler de bulamıyorlardı. Zira, o yıl Arabistan’da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu. Medine de bu kıtlık çemberinin içindeydi.
Kazı işi devam ediyordu. Bir gün Hz. Câbir bin Abdullah evine vararak, hanımına, “Resûlullahı (a.s.m.) son derece acıkmış gördüm. Başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı. Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
Hanımı, “Vallahi, yanımda şu oğlaktan ve şu bir sa'2 arpadan başka bir şey yok” dedi.
Hz. Câbir oğlağı kesti, hanımı ise arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup pişmeye bıraktılar.
Hz. Câbir evinden ayrılacağı sırada hanımı, “Sakın, beni Resûlullah ve yanındakilere karşı utandırma” diyerek de yemeklerin azlığını nazara vermek istedi.
Hz. Câbir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına gitti, “Yâ Resûlallah,” dedi, “azıcık yemeğim var. Yanına bir veya iki kişi al da yemeğe gidelim.”
Resûl-i Ekrem, “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu.
Hz. Câbir, “Bir sa’ arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, “Hem çok, hem de güzel bir yemek” buyurdu ve ilâve etti:
“Hanımına söyle; ben gelinceye kadar, tandırdan et çömleği ile ekmeği çıkarmasın.”
Daha sonra da, “Ey hendek halkı! Kalkınız, Câbir’in ziyafetine gideceğiz” diye seslendi. Muhacir ve Ensardan orada bulunanların hepsi kalktı.
Hz. Câbir şaşkın şaşkın evine döndü. Hanımına, “Allah senin iyiliğini versin! Resûlullah (a.s.m.), yanındakilerin hepsiyle yemeğe geliyor. İnna lillahi ve İnna ileyhi Raciûn. Şimdi ne yapacağız?” dedi.
Hanımı, “Resûlullah (a.s.m.), yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sormadı mı?” diye sordu.
Hz. Câbir, “Evet, sormuştu. Ben de söylemiştim” diye cevap verdi.
Bunun üzerine hanımı, “Mahcup olacak sensin, ben değil” diye konuştu ve sordu:
“Onları sen mi dâvet ettin, yoksa Resûlullah mı?”
Hz. Câbir, “Resûlullah (a.s.m.) dâvet etti” diye cevap verince, Hanımı, “O, senden daha iyi bilir” dedi. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 318 Kayıt tarihi : 14/03/09
| Konu: devamı Perş. Mart 19, 2009 10:07 pm | |
| Resûl-i Ekrem Efendimiz, kalabalık Ashabıyla Hz. Câbir’in evine geldi. Onlara, “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” diyerek emretti. Sahabîler onar onar içeriye girdiler.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ete ve ekmeğe bereket duâsı yaptı. Sonra Hz. Câbir’in hanımına, “Bir ekmekçi kadın çağır da seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de kepçe kepçe al! Sakın, çömleği tandırdan dışarı çıkarma!” dedi.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, bundan sonra, mübârek elleriyle, tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak Ashabına sunmaya başladı. Dâvetliler yiyip doyuncaya kadar ziyâfet böylece devam etti.
Hepsi yediği halde et ve ekmekten hiçbir şey eksilmemişti. Resûl-i Ekrem, Hz. Câbir’in hanımına, “Bu kalanı da hem kendin yersin, hem de hediye edersin. Çünkü, bütün halk açlık çekiyor” buyurdu.
Misafirlere karşı kesinlikle mahcup olacağını düşünen Hz. Câbir’in, bütün bu olanlarla ilgili şehâdeti ise şöyle idi:
“Allah’a yemin ederim ki, gelenler bin kişi idi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hâlâ olduğu gibi kaynamakta, hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmakta idi. Ondan biz de yedik, konu komşuya da hediye ettik.”1
Hendek kazı işinin tamamlanması
Hendek kazı işinde Sahabîlerin gösterdikleri üstün gayret, gerçekten sadakatlarının, Allah ve Resûlüne olan bağlılıklarının en açık bir delili idi. Çalışma sırasında ihtiyaçlarını görme durumunda kaldıklarında bile Peygamber Efendimizden izin almadan işlerinin başından katiyyen ayrılmıyorlardı. Bu durum elbette Sahabîye yakışır bir fedakârlık ve feragat örneği idi. Nitekim, Cenâb-ı Hak da gönderdiği âyetlerde onların gerçek mü’minler olduklarına ve eşsiz sadakatlarına şehadet ediyordu:
“Mü’minler Allah’a ve Resûlüne iman eden kimselerdir; Müslümanları ilgilendiren mühim bir iş için onunla beraber toplandıkları zaman, Peygamberden izin almaksızın oradan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler, Allah’a ve Resûlüne imân etmiş olanlardır. Birtakım işleri için senden izin isteyenlerden dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan af dile. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”2
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların ciddiyetle sarıldıkları bu işi, münafıklar ise hafife alıyorlardı. Oldukça gevşek davranıyorlar, canları istediği zaman da Resûl-i Ekremden izin alma ihtiyacı bile duymadan çekip gidiyorlardı. Zaman zaman da canlarını dişlerine takarak çalışan îman, sadakat, feragat ve gayret timsali Sahabîlerle istihza ediyorlardı. Morallerini, huzurlarını bozmak için de gülüşüyorlardı.
Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde, onların uygun olmayan bu hareketlerinden bahsederek şöyle buyurdu:
“Peygamberi, birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın. Sizden, birbirinizi siper ederek Resûlullahın huzurundan sıvışanları, şüphesiz Allah bilir. Onun sünnetine muhalefet edenler, başlarına bir belâ gelmesinden yahut pek acı bir azâbın kendilerine erişmesinden sakınsınlar.”1
Yorucu bir çalışma neticesinde, hendek kazı işi altı gün sürdü. Hendek beş arşın2 derinliğindeydi. Genişliği ise, en namlı süvarilerin dahi kolay kolay atlayıp geçemeyeceği kadardı. Sadece bir tek yeri aceleye geldiğinden dar kalmıştı. Oradan atlılar geçebilirdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz orası hakkındaki endişesini şöyle açıkladı:
“Müşriklerin buradan başka bir yerden geçip gelebileceklerinden korkmuyorum!”
Resûl-i Ekrem, çarpışma boyunca bu dar kısmı nöbet tutturup bekletecektir.
Ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hendeğin münasip kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı. Düşman gelip hendeğin önüne karargâhını kurunca, buralara nöbetçiler dikecek ve başına da Zübeyr bin Avvam Hazretlerini tayin edecektir.
İslâm ordusu 3000 kişiden ibaretti. Bu, sayı bakımından düşman ordusunun üçte biri demekti. Sadece 36 atlı vardı. Orduda biri Muhacirlerin, diğeri Ensarın olmak üzere iki sancak bulunuyordu. Muhacirlerinkini Zeyd bin Hârise, Ensarınkini ise, Sa’d bin Übâde Hazretleri taşıyordu.1
Resûl-i Kibriyâ, karargâhını Sel’ Dağı eteklerinde kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan kadın ve çocuklar ise kale ve hisarlara yerleştirildi. Yiyecek maddeleri, kıymetli ve ehemmiyetli eşyalar da yine bu hisarlarda muhafaza altına alındı.
Peygamber Efendimiz için Sel’ Dağı eteğinde deriden bir çadır kuruldu. Bu çadır bugünkü Fetih Mescidinin bulunduğu yerde idi.
Hendek, henüz yeni bitmişti ki, ovayı düşman çadırlarının kapladığı görüldü.
Düşman, karargâhını Medine’nin kuzeyinde Uhud Savaşının cereyan ettiği sahada kurdu.
Hendekle karşılaşmaları, şaşkınlıklarına sebep oldu. O âna kadar böyle bir harp plân ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, daha başından itibaren morallerini sarstı.
Halbuki onlar, Medine’yi tamamen ele geçirecekleri hayal ve ümidiyle çıkıp gelmişlerdi. Eli boş dönmeyi düşünmek bile istemiyorlardı.
Mücahidler, on bin askerlik düşmanı görmekle asla korkmadılar ve tereddüt etmediler. Kur’an-ı Azîmüşşan onların bu halini şöyle tasvir eder:
“Mü’minler düşman ordularını gördüklerinde, ‘Allah’ın ve Resûlünün bize vaad ettiği nusret ve zafer budur. Allah da, Resûlü de doğru söylemiştir’ dediler. Bu, onların ancak îmânını ve Allah’a teslimiyetini arttırmıştır.”2
Benî Kurayza’nın anlaşmayı bozması
Resûl-i Ekrem Efendimiz deriden çadırında bulunuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekir de vardı. Müslümanlar hendek kenarında düşmanı gözetlemek ve nöbet tutmakta idiler. Bu sırada Hz. Ömer, Resûlullahın huzuruna çıktı:
“Yâ Resûlallah,” dedi, “aldığım habere göre, Benî Kurayza Yahudileri anlaşmayı bozmuşlar ve düşmana yardım kararı almışlar.”
Beklenmeyen bu haber Peygamber Efendimizi oldukça müteessir etti. Halbuki, bu kabilenin reisi Ka’b ibni Esed ile anlaşması vardı. Bunun için o taraftan çok emin idi.
Üzülen Efendimizin dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Hasbünallahü ve ni’melvekîl (Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.”1
Benî Kurayza, büyük bir Yahudi kabilesi idi ve Medine-i Münevvere dışında kuvvetli kalelerde oturuyorlardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle anlaşmaları vardı. Buna göre; Medine için haricî bir tehlike söz konusu olduğu zaman Müslümanlarla birlikte şehri müdafaa edeceklerdi. Ayrıca Peygamber Efendimizden habersiz de hiçbir askerî harekâtta bulunmayacak, Kureyşli müşrikleri ve onlara yardım edenleri korumayacaklardı.2
Bu haber üzerine Peygamber Efendimiz, Zübeyr bin Avvam’ı durumu tahkik için Benî Kurayza Yahudilerinin yurduna gönderdi. Hz. Zübeyr, Kurayzaoğullarının kalelerini onardıklarını, harp tâlim ve manevraları yaptığını bizzat gördü. Gelip durumu Efendimize haber verdi. Resûlullah, bu fedakârlığı üzerine, hakkında şöyle buyurdu:
“Her Peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de Zübeyr’dir.”1
Hz. Ömer’in verdiği haber doğruydu. Benî Nadir Yahudilerinin reisi Huyeyy bin Ahtab gelip Kurayzaoğulları reisi Ka’b bin Esed’i kandırmıştı. O da anlaşmayı bozmuştu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, durumu tekrar inceden inceye tahkik etmek ve onlara nasihatta bulunmak üzere Evs Kabilesinin lideri Sa’d bin Muaz, Hazreç Kabilesinin lideri Sa’d bin Übâde, Abdullah bin Revâha ve Havvat bin Cübeyr’i Benî Kurayza Yahudilerine şu talimatı vererek gönderdi:
“Gidiniz, bakınız; şu kavimden bize erişen haberin doğruluğunu bir kere de siz tahkik ediniz. Eğer doğru ise, onu bana halkın anlayamadığı biçimde kapalı bir dil kullanarak bildiriniz. Ben onu anlarım. Açıkça söyleyip de halkın kalbine korku ve zaaf düşürmeyiniz. Şayet, onlar aramızdaki anlaşmaya sadık bulunuyorlarsa, bunu halka açıkça ilân edebilirsiniz.”2
Bu güzide Sahabîler Benî Kurayza Yahudilerinin yurtlarına gittiler. Anlaşmayı bozmanın çirkinliğinden bahsederek onlara nasihatta bulundular. Fakat, onlar kulak asmadılar ve anlaşmayı bozduklarını açıkça ilân ettiler. Hattâ Peygamber Efendimiz hakkında ileri geri konuşacak kadar küstahlıkta bile bulundular.
| |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 318 Kayıt tarihi : 14/03/09
| Konu: devamı Perş. Mart 19, 2009 10:08 pm | |
| Müslüman elçiler bu durumdan son derece rahatsız oldular. Kurayzaoğullarının öteden beri müttefiki olan Hz. Sa’d bin Muaz, “Sizinle cenk etmedikçe Allah canımı almasın” diye hiddetli hiddetli konuştu.
Daha sonra Müslüman elçiler geri dönüp, durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize kapalı bir dille arz ettiler. Peygamber Efendimiz onlara, “Haberinizi gizli tutunuz. Ancak bilene açıklayınız. Çünkü harp, tedbirden ve aldatmaktan ibarettir” diye konuştu.1
Artık Medine çepe çevre düşman tarafından sarılmış demekti. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerimde, bu hususa şöyle işâret buyurur:
“O vakit düşman orduları size hem yukarıdan, hem de aşağıdan saldırmışlardı. Öyle ki, onların dehşetinden gözler yılmış, yürekler ağızlara gelmişti. ”2
Bu esnada Kurayzaoğulları Huyeyy bin Ahtab’ı Kureyşlilere göndererek, Medine’ye geceleyin baskında bulunmak üzere müşriklerden 100, Gatafanlardan da 100 kişi istediler.
Onlar, bu kuvvetle birleşerek Medine kale ve hisarlarındaki kadın ve çocuklar üzerine baskın yapacaklardı.
Bu haber Müslümanları büyük bir telâşa düşürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd bir Hârise Hazretlerini 300 askerle, Seleme bin Eslem’i de 200 askerle Medine’ye gönderdi. Bu kuvvetler, gece sokaklarda devriye gezip tekbir getireceklerdi.
Bu esnada Benî Kurayza Yahudileri bir iki baskın teşebbüsünde bulundularsa da, muvaffak olamayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Benî Kurayza’nın ikinci baskın denemesi esnasındaydı. On kadar Yahudi, Peygamber Efendimizin halası Hz. Safiyye’nin de içinde bulunduğu Hassan bin Sabit’in köşkünü ok yağmuruna tuttular. Hatta içeri girmeye kadar kalkıştılar. İçlerinden birisi köşkün kapısına kadar varıp içeri girmek istedi. Köşkte Hz. Safiyye ile birlikte birçok kadın ve çocuk da vardı.
Hz. Safiyye, bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, kadın olduğu bilinmesin diye başına sıkıca bir tülbent bağladı. Eline bir sırık alıp köşkten aşağı indi. Köşkün kapısını usulca açtı. Adamın arkasından yavaşça varıp, sırıkla başına bir darbe indirdi. Orada işini bitirdi. Sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı.
Bunun üzerine diğer Yahudiler korkuya kapıldılar.
“Bize, Müslümanların, âilelerini, yanlarında adam bulundurmaksızın, kimsesiz ve yalnız bıraktıkları haber verilmişti. Halbuki öyle değilmiş” diyerek dağıldılar.
Beş yüz civarında mücahidi Medine’ye gönderip şehri koruma altına alan Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kendisi de geceleri, düşmanın oradan geçebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerini bizzat bekliyordu.
Hz. Âişe der ki: “Resûlullah (a.s.m.) hendekteki gediği beklemek için gidip geldiği sırada soğuktan tir tir titriyordu. Yanıma gelip biraz ısındıktan sonra, ‘Ben, düşmanın oradan başka bir yerden geçip gelebileceğinden korkmuyorum. Keşke bu gece, Müslümanlardan biri, benim yerime orayı beklese’ buyurdu.
“O anda bir silah ve demir âleti şakırtısı işittim. Resûlullah (a.s.m.) ‘Kim o?’ diye seslendi.
“‘Sa’d bin Ebî Vakkas’ diye cevap geldi.
“Resûlullah, ‘Bu gediği sana havâle ediyorum. Orayı sen bekle’ buyurdu. Kendisi de uyudu.”
Münafıkların hendekten dağılmaları
Münafıklar, “Evlât ve iyalimizi yalnız bırakıp da burada sefâletle beklemek akıl kârı değildir” diyerek Müslümanlara şüphe ve vesvese vermeye çalışıyorlardı.
Bir kısmı ise bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna çıkarak, “Evlerimiz Medine’nin dışındadır. Duvarları da alçak olup düşman ve hırsızlara açıktır”1 diyerek hendekten ayrılma müsaadesi istiyorlardı. Peygamber Efendimiz bunların bir kısmına müsaade etti.
Aslında münafıkların maksadı böyle kritik bir anda ordudan ayrılarak Müslümanların maneviyatını bozmaktı. Bu, onların her zaman başvura geldikleri bir taktikti. Nitekim, Sa’d bin Muaz Hazretleri bir kısım münafığın Hz. Resûlullahtan (a.s.m.) müsaade istediğini görünce şöyle demekten kendini alamamıştı:
“Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme. Vallahi, biz ne zaman bir musîbete uğrasak, sıkıntıya girsek, onlar hep böyle yaparlar.”
Sonra da müsaade isteyen bu münafık grubun yanına giderek onları şöyle azarladı:
“Biz sizden her zaman böyle hareketler mi göreceğiz? Ne zaman bir musîbete uğrasak, bir sıkıntıyla karşı karşıya gelsek siz hep böyle yapar durursunuz.”1
Cenâb-ı Hak da, indirdiği vahiyle onların, bu müsaade istemede samimi olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
“Onlardan bir topluluk da, ‘Ey Yesrib ahâlisi, burada tutunamazsınız; evlerinize dönün’ diyordu. İçlerinden bir başka topluluk ise, ‘Evlerimiz korunmasız’ diyerek Peygamberden izin istiyordu; halbuki evleri korunmasız değildi. Onların firar etmekten başka bir niyeti yoktu.”2
Harbin başlaması
Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçmek imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsizliğe düşmelerine sebep oluyordu.
Sonunda çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, işin uzamasından başka birşeye yaramıyordu.
Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce Müslümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu.
Bir ara düşman süvarilerinden bir kaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler.
İçlerinden en meşhuru Amr bin Abd-i Vedd idi. Birçok hâdiseler görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir süvari idi. Arap kabileleri onu bir bölük süvariye denk sayarlardı. Onunla dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kimse ona karşı çıkmak istemezdi.
Amr döğüşecek er dileyince, Hz. Ali, “Yâ Resûlallah, ona karşı ben çıkayım, müsaade eder misiniz?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Sen otur, yâ Ali, gelen Amr’dır” buyurdu.
Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu:
“İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani, sizin ölülerinize tayin ettiğiniz Cennet, nerede?”
Hz. Ali tekrar karşısına çıkmak istedi. Resûl-i Ekrem Efendimizin yine, “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurarak izin vermedi.
Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye üst perdeden bağırdı.
| |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 318 Kayıt tarihi : 14/03/09
| Konu: devamı Perş. Mart 19, 2009 10:08 pm | |
| Hz. Ali tekrar cesaretle yerinden fırladı, “Onunla ben döğüşürüm, yâ Resûlallah!” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yine, “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurdu.
Hz. Ali, “Amr da olsa çıkar döğüşürüm yâ Resûlallah” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Alem Efendimiz, “Allah’ın Arslanı”na müsaade etti. Bizzat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve Zülfikâr adlı kılıcını beline bağladı. Sarığını da başına sardıktan sonra şöyle duâ etti:
“Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde Bedir’de ve amcam Hamza Uhud’da şehid oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle. Ona yardımını ihsan eyle. Beni de yalnız bırakma.”1
Hz. Ali yaya olarak imanından gelen heybetle Amr’a doğru yürüdü. İki taraf da bu büyük döğüşü seyre hazır bulunuyorlardı.
Zırha bürünen Hz. Ali’nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu. Amr, “Sen kimsin?” diye sordu.
Hz. Ali, “Ben Ali’yim” diye cevap verdi.
Amr bu bıyıkları yeni terlemiş olan genci karşısında bulunca bir merhamet ve hafife alma tavrı takındı.
“Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mudur? Ben, senin kanını dökmek istemiyorum! Çünkü, baban benim dostumdu” diye konuştu.
Hz. Ali’nin ise cevabı şu oldu:
“Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim.”
Amr, bu cevaba kahkaha ile gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıkacağı hatırıma bile gelmezdi” dedi.
Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı çileden çıkarmaya yetmişti. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üzerine yürüdü.
Hz. Ali, “Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı? Atından in de benim gibi yaya ol” diye teklifte bulundu.
Amr derhal atından indi ve hayvanı salıverdi. Öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi.
Hz. Ali, “Ey Amr!” dedi. “Ben, senin Kureyşten bir kimse ile karşılaştığında, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a vaadde bulunduğunu işittim. Doğru mudur?”
Amr, “Evet” dedi.
O zaman Hz. Ali, “Öyle ise, ben seni Allah’a ve Resûlüne imana dâvet ediyor ve İslâmiyeti kabule çağırıyorum!”
Amr, “Bu, bana lâzım değil, geç bunları!” dedi.
Bu sefer Hz. Ali, “Öyle ise,” dedi, “bizimle çarpışmaktan vazgeç; yurduna dön ve buradan git.”
Amr, “Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi yasaklamışımdır” diye karşılık verdi.
O zaman Hz. Ali, “O halde vuruşmaya hazır ol!” diye kükredi.
Amr, yine kahkaha ile güldü ve “Doğrusu ben, Araplar içinde benden korkmadan, benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tahmin etmemiştim” diye hayretini izhar etti.
Sonra da ekledi:
“Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum.”
Cesaret kahramanı Hz. Ali, “Ama ben, seni öldürmek istiyorum” karşılığını verdi. Hz. Ali’nin son cümlesi, Amr’ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali’nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali’nin alnını sıyırdı.
Hz. Ali şimşek gibi bir hızla yana sıçradı, bu sefer sıra ondaydı. Amr’ın boyun köküne Zülfikârla şiddetli bir darbe indirdi. Amr’ın başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düştü.
Bir anda feryad ve çığlıklar koptu. Ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Cenâb-ı Hakkın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir getirince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.
“Kılıç değil, el keser!”
O esnada, Kureyş süvari ve şâirlerinden olan Hüreyre bin Ebî Vehb, Hz. Ali ile çarpışmaya yeltendi. Fakat bir kılıç darbesi yiyince çareyi kaçmakta buldu. Bu sefer Hz. Zübeyr bin Avvam, onu takib etti. Kılıçla vurup atının eğerini kesti.
Daha sonra Hz. Zübeyr, Nevfel bin Abdullah’ın peşine düştü. Şiddetli bir darbe ile onu yukarıdan aşağıya doğru ikiye biçti.
Sonraları Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik” denilince şu cevabı verdi:
“Onu yapan kılıç değildir, bilektir!”
Kureyş’in diğer süvarileri dehşete kapılarak dolu dizgin kaçmaya başladılar. Hattâ Ebû Cehil’in oğlu İkrime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, onu geri dönüp almaya bile cesaret edememişti.
Bir bölüğe bedel olarak görülen Amr bin Abd-i Vedd’in mübareze meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü.
Hattâ Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, “Bugün bizim için bir hayırlı iş yok” diyerek ye’s içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.
Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepe çevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.
Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar. Akşam olup düşman çekilince bir miktar nefes aldılar. Fakat, “Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?” diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
Münafıklar yine sahnede
Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mâneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar:
“Muhammed size Kayser ve Kisranın hazinelerini va’dediyor! Halbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz!
“Va’dettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka birşey va’detmiyor.”
Kur’ân-ı Kerim bu hususa da işâret eder.1
Ne var ki, münafıkların bu hâince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü’minleri Hz. Resûlullahın yanından ayıramıyordu. Çünkü, onlar, Yüce Allah’ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va’dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı. Allah’ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu. Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musîbet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı.
Münafıklar ise, tam tersine, Medine’yi çepe çevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashab-ı Kirâmın vücudlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı; hattâ bunu istiyorlardı.
Böylece bu ağır imtihanda gerçek mü’minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorladı.
Kur’an-ı Azimüşşanın konu ile ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:
“Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musîbetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü’minler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, Allah’ın yardımı yakındır.”1
| |
| | | | Hendek Savaşı | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|