[b]Şefaat konusunda bazı kimseler ifrata giderken bazıları tefrite düşüyorlar. Bazılarını görürsünüz. Allah’ın sevgili kullarının türbelerine o kadar aşırı ve ölçüsüz rağbet gösterirler ki, sanki ne kadar günah işlerlerse işlesinler orada medfun zât, onları affetmeye güç yetirirmiş gibi...
Bazılarını da görürsünüz, birincilerin aksine, evliyayı inkâr ederler, kabristanları yerle bir etmeği en büyük İslâmî hizmet sayarlar. Kabir ziyaretine karşı çıkar, kabre karşı dua etmeyi şirk sayarlar.
Bunların ikisi de aşırı ve ikisi de İslâm’ın ruhundan uzak davranışlardır. Konuyla yakın ilgisi dolayısıyla şirk meselesi üzerinde biraz durmak isteriz.
Şirk, Allah’a ortak koşma cinayetidir. Bununla daha çok, tevhid inancından sapma ve birden fazla ilâha inanma kasdedilir. Zaten şirkin en dehşetli derecesi ve aftan mahrumiyete götüren şekli de budur.
Bir de şirk-i hafî var, yâni gizli şirk... Bunda Allah’ın zâtı birlenmekle beraber, sebeplere, vasıtalara o kadar fazla önem verilir ki, bunlar kişinin kalp âleminde sanki Cenâb-ı Hakk’a ortakmışçasına bir değer kazanırlar. Şefaatla ilgili tartışmalar, daha çok, şirkin bu ikinci şekli üzerinde cereyan eder. Burada gözden kaçan ve çok iyi değerlendirilmesi gereken bir hakikat var:
Allah, birçok icraatlarını sebepler dairesinde yürütüyor. Bu, İlâhî hikmetin bir gereğidir. Sebepleri yaratan da O, belli vazifelerde çalıştıran da yine Odur. O halde, sebep ne inkâr edilecek, ne de ona olduğundan fazla önem verilecektir. Bunların biri ifrat, diğeri ise tefrittir. Ve ikisi de sırat-ı müstakimden uzaktır.
“Bahçemdeki falan ağaç bu sene şu kadar meyve verdi”, diyen adam, ağacı da meyveyi de Allah’ın yarattığını bilir. Kendisine sorduğumuzda bunu böylece ifade eder. Ama meyveyi ağacın eliyle aldığı için konuşmasında, mecaz olarak, bu ifadeyi kullanmıştır. Şimdi, bu adama: “Sen şirke düştün.” diyen adam ifrattadır.
İnsanlara rahmet eden, onları rızıklandıran Allah’tır; ama ağacı bu rahmetine vesile etmiş, sebep kılmıştır. Aynı şekilde, güneşi de zemin yüzünün aydınlanmasına sebep etmiştir. Maddî rızıklara ve ışıklara böyle sebepler yaratan Allah’ın, manevî ihsanlarına da bazı makbul kullarını sebep kılması aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bir kul, beşeriyet itibariyle birtakım günahlar işlemiş olabilir. Mahşer meydanına çıkıldığında bu günahlarının bağışlanması için, kendilerine bu noktada izin verilmiş seçkin kulların Allah’tan mağfiret dilemeleri niçin şirk olsun!?..
“Her hayır Allah’ın elindedir” hakikatince hiç kimsenin ve hiçbir şeyin elinde O’nun vermediği bir hayır olamaz. Eğer Rabbimiz bizlere herhangi bir hayrı başkasının eliyle veriyorsa, biz o hayırda yine O’nun rahmetini görür, şükrümüzü O’na yaparız. Bu bizim tevhid inancımızın gereğidir. Affa mazhar olmak da bir hayır. Bu da ancak Allah’tan beklenir.
Bir velinin kabrine, her hayır onların elindeymişçesine, ölçüsüz bir muhabbetle bağlanmak elbette İslâm’ın ruhuna zıttır ve bunu tasvip etmek de mümkün değildir. Fakat bir kul, günahlarını ancak Allah’ın affedebileceğinin şuuru içinde: “Yârabbi beni bu zâtın hürmetine bağışla.” diye duada bulunursa ve bu niyetle o mümtaz ve mübarek zâtların kabirlerini ziyaret ederse, bunu şirk saymak da en büyük bir insafsızlık olur.
İbrahim Aleyhisselâm'ın eliyle yapılan Kâbe’yi tavaf etmeyi şirk saymayanların, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin kabrinin ziyaret edilmesine karşı çıkmaları da anlaşılacak bir mantık değildir.
Bir takım kimseler, şefaati inkâr ederlerken karşımıza bazı âyet-i kerimelerle çıkıyorlar. İşin tuhaf tarafı bu adamlar, âyetle yola çıkarken: “Acaba bu hususta tefsir âlimleri ne buyurmuşlar?” diye merak bile etmiyorlar. Halbuki Kur’an’ı anlamak bir ilim meselesidir. Onu tefsir etmek, Kur’an’ın edebî inceliklerini kavrayacak kadar mükemmel bir Arapça bilgisi yanında, âyetlerin nüzul sebeplerini, nâzil oldukları şartları, makamları, ilgili oldukları tarihî hâdiseleri ve daha nice şeyleri bilmeye bağlı. Mesele, sadece basit bir lügat meselesi değil.
Biz, bunun şuurunda olarak, tefsir âlimlerimizin eserlerinden aldığımız dersleri nakletmekle yetineceğiz.
Arap müşriklerinde yaygın olan bir kanaate göre, kişinin doğrudan doğruya Rabbinden af dilemesi doğru olamazdı. Bu işe putların aracı olmaları gerekirdi. Yâni onlar, putları Allah katında şefaatçi kabul ediyorlardı. İşte şefaati reddeden âyetlerden bir kısmı bu bâtıl inancı yıkmak içindir.
Bir misal: “Yoksa onlar. Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler. De ki, onlar hiçbir şeye güç yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)! Zümer Sûresi, 43)
İslâm’ın, şu âyet-i kerimelerde kat’i ifadesini bulan temel bir hükmü vardır: Kişi ancak kendi ameliyle iyi veya kötü bir âkıbete uğrar.
“Her nefsin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.” (Bakara Sûresi, 286)
“Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır Sûresi, 18)
İşte şefaatle ilgili bazı âyet-i kerimeler, mümine başkasının yardımına bel bağlamadan, bu dünyada elinden geldiğince hayırlı ameller işlemesini öğüt verme makamındadır.
Bu konudaki bazı âyetler de kıyametin dehşetini anlatır ve mahşer meydanının, Resulûllah Efendimize (asm.) şefaat müsaadesi verilmeden önceki hâlini tasvir eder.
Bu âyet-i kerimelerden iki misal: “Öyle bir günden korunun ki, o günde hiç kimse hiç kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaatçi kabul edilir, ne de bir fidye alınır. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara Sûresi, 48)
“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.” (Abese Sûresi, 34-37)
Bu âyet-i kerimeler yanında bir çok âyetler de şefaatin hak olduğunu açıkça beyan buyururlar. Bu âyet-i kerimelerin verdiği derse göre, şefaat vardır, ama bu ancak Allah’ın izni ile ve O’nun razı olduğu kullara yapılabilir.
Kulun günahını ancak Allah affedebilir. Ama bu affı, dilediği seçkin kullarının hatırı için yapmakla onların şerefini bütün mahşer ehline ilân eder. Bu mânâya en büyük mazhar Resulûllah Efendimizdir (asm.).
Allah’ın O en sevgili kulu, mahşer meydanında Makam-ı Mahmud denilen ulvî bir makamda Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o güne kadar duyulmamış hamd cümleleriyle O’nu tâzim edecek ve sonunda kendisine şefaat izni verilecektir. O da (asm.) ancak Rabbinin razı olduğu kimselere şefaat edebilecektir.
Bu mânâyı ders veren âyet-i kerimelerden bir kısmı:
“O’nun huzurunda kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’ Sûresi, 23)
“Göklerde nice melek vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiçbir işe yaramaz” (Necm Sûresi, 26)
“O gün, Ruh (Cebrail) ve melekler saf hâlinde duracaklardır. Rahman’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar. Konuşan da doğruyu söyler.”Şefaat konusunda bazı kimseler ifrata giderken bazıları tefrite düşüyorlar. Bazılarını görürsünüz. Allah’ın sevgili kullarının türbelerine o kadar aşırı ve ölçüsüz rağbet gösterirler ki, sanki ne kadar günah işlerlerse işlesinler orada medfun zât, onları affetmeye güç yetirirmiş gibi...
Bazılarını da görürsünüz, birincilerin aksine, evliyayı inkâr ederler, kabristanları yerle bir etmeği en büyük İslâmî hizmet sayarlar. Kabir ziyaretine karşı çıkar, kabre karşı dua etmeyi şirk sayarlar.
Bunların ikisi de aşırı ve ikisi de İslâm’ın ruhundan uzak davranışlardır. Konuyla yakın ilgisi dolayısıyla şirk meselesi üzerinde biraz durmak isteriz.
Şirk, Allah’a ortak koşma cinayetidir. Bununla daha çok, tevhid inancından sapma ve birden fazla ilâha inanma kasdedilir. Zaten şirkin en dehşetli derecesi ve aftan mahrumiyete götüren şekli de budur.
Bir de şirk-i hafî var, yâni gizli şirk... Bunda Allah’ın zâtı birlenmekle beraber, sebeplere, vasıtalara o kadar fazla önem verilir ki, bunlar kişinin kalp âleminde sanki Cenâb-ı Hakk’a ortakmışçasına bir değer kazanırlar. Şefaatla ilgili tartışmalar, daha çok, şirkin bu ikinci şekli üzerinde cereyan eder. Burada gözden kaçan ve çok iyi değerlendirilmesi gereken bir hakikat var:
Allah, birçok icraatlarını sebepler dairesinde yürütüyor. Bu, İlâhî hikmetin bir gereğidir. Sebepleri yaratan da O, belli vazifelerde çalıştıran da yine Odur. O halde, sebep ne inkâr edilecek, ne de ona olduğundan fazla önem verilecektir. Bunların biri ifrat, diğeri ise tefrittir. Ve ikisi de sırat-ı müstakimden uzaktır.
“Bahçemdeki falan ağaç bu sene şu kadar meyve verdi”, diyen adam, ağacı da meyveyi de Allah’ın yarattığını bilir. Kendisine sorduğumuzda bunu böylece ifade eder. Ama meyveyi ağacın eliyle aldığı için konuşmasında, mecaz olarak, bu ifadeyi kullanmıştır. Şimdi, bu adama: “Sen şirke düştün.” diyen adam ifrattadır.
İnsanlara rahmet eden, onları rızıklandıran Allah’tır; ama ağacı bu rahmetine vesile etmiş, sebep kılmıştır. Aynı şekilde, güneşi de zemin yüzünün aydınlanmasına sebep etmiştir. Maddî rızıklara ve ışıklara böyle sebepler yaratan Allah’ın, manevî ihsanlarına da bazı makbul kullarını sebep kılması aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bir kul, beşeriyet itibariyle birtakım günahlar işlemiş olabilir. Mahşer meydanına çıkıldığında bu günahlarının bağışlanması için, kendilerine bu noktada izin verilmiş seçkin kulların Allah’tan mağfiret dilemeleri niçin şirk olsun!?..
“Her hayır Allah’ın elindedir” hakikatince hiç kimsenin ve hiçbir şeyin elinde O’nun vermediği bir hayır olamaz. Eğer Rabbimiz bizlere herhangi bir hayrı başkasının eliyle veriyorsa, biz o hayırda yine O’nun rahmetini görür, şükrümüzü O’na yaparız. Bu bizim tevhid inancımızın gereğidir. Affa mazhar olmak da bir hayır. Bu da ancak Allah’tan beklenir.
Bir velinin kabrine, her hayır onların elindeymişçesine, ölçüsüz bir muhabbetle bağlanmak elbette İslâm’ın ruhuna zıttır ve bunu tasvip etmek de mümkün değildir. Fakat bir kul, günahlarını ancak Allah’ın affedebileceğinin şuuru içinde: “Yârabbi beni bu zâtın hürmetine bağışla.” diye duada bulunursa ve bu niyetle o mümtaz ve mübarek zâtların kabirlerini ziyaret ederse, bunu şirk saymak da en büyük bir insafsızlık olur.
İbrahim Aleyhisselâm'ın eliyle yapılan Kâbe’yi tavaf etmeyi şirk saymayanların, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin kabrinin ziyaret edilmesine karşı çıkmaları da anlaşılacak bir mantık değildir.
Bir takım kimseler, şefaati inkâr ederlerken karşımıza bazı âyet-i kerimelerle çıkıyorlar. İşin tuhaf tarafı bu adamlar, âyetle yola çıkarken: “Acaba bu hususta tefsir âlimleri ne buyurmuşlar?” diye merak bile etmiyorlar. Halbuki Kur’an’ı anlamak bir ilim meselesidir. Onu tefsir etmek, Kur’an’ın edebî inceliklerini kavrayacak kadar mükemmel bir Arapça bilgisi yanında, âyetlerin nüzul sebeplerini, nâzil oldukları şartları, makamları, ilgili oldukları tarihî hâdiseleri ve daha nice şeyleri bilmeye bağlı. Mesele, sadece basit bir lügat meselesi değil.
Biz, bunun şuurunda olarak, tefsir âlimlerimizin eserlerinden aldığımız dersleri nakletmekle yetineceğiz.
Arap müşriklerinde yaygın olan bir kanaate göre, kişinin doğrudan doğruya Rabbinden af dilemesi doğru olamazdı. Bu işe putların aracı olmaları gerekirdi. Yâni onlar, putları Allah katında şefaatçi kabul ediyorlardı. İşte şefaati reddeden âyetlerden bir kısmı bu bâtıl inancı yıkmak içindir.
Bir misal: “Yoksa onlar. Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler. De ki, onlar hiçbir şeye güç yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)! Zümer Sûresi, 43)
İslâm’ın, şu âyet-i kerimelerde kat’i ifadesini bulan temel bir hükmü vardır: Kişi ancak kendi ameliyle iyi veya kötü bir âkıbete uğrar.
“Her nefsin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.” (Bakara Sûresi, 286)
“Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır Sûresi, 18)
İşte şefaatle ilgili bazı âyet-i kerimeler, mümine başkasının yardımına bel bağlamadan, bu dünyada elinden geldiğince hayırlı ameller işlemesini öğüt verme makamındadır.
Bu konudaki bazı âyetler de kıyametin dehşetini anlatır ve mahşer meydanının, Resulûllah Efendimize (asm.) şefaat müsaadesi verilmeden önceki hâlini tasvir eder.
Bu âyet-i kerimelerden iki misal: “Öyle bir günden korunun ki, o günde hiç kimse hiç kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaatçi kabul edilir, ne de bir fidye alınır. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara Sûresi, 48)
“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.” (Abese Sûresi, 34-37)
Bu âyet-i kerimeler yanında bir çok âyetler de şefaatin hak olduğunu açıkça beyan buyururlar. Bu âyet-i kerimelerin verdiği derse göre, şefaat vardır, ama bu ancak Allah’ın izni ile ve O’nun razı olduğu kullara yapılabilir.
Kulun günahını ancak Allah affedebilir. Ama bu affı, dilediği seçkin kullarının hatırı için yapmakla onların şerefini bütün mahşer ehline ilân eder. Bu mânâya en büyük mazhar Resulûllah Efendimizdir (asm.).
Allah’ın O en sevgili kulu, mahşer meydanında Makam-ı Mahmud denilen ulvî bir makamda Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o güne kadar duyulmamış hamd cümleleriyle O’nu tâzim edecek ve sonunda kendisine şefaat izni verilecektir. O da (asm.) ancak Rabbinin razı olduğu kimselere şefaat edebilecektir.
Bu mânâyı ders veren âyet-i kerimelerden bir kısmı:
“O’nun huzurunda kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’ Sûresi, 23)
“Göklerde nice melek vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiçbir işe yaramaz” (Necm Sûresi, 26)
“O gün, Ruh (Cebrail) ve melekler saf hâlinde duracaklardır. Rahman’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar. Konuşan da doğruyu söyler.” (Nebe Sûresi, 38)
“O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimdir!” (Bakara Sûresi, 255)
Bu âyet-i kerimeler şefaatin hak olduğunu açıkça ifade ettiği halde, artık bu rahmanî müesseseye kim, hangi salâhiyetle ve neye dayanarak karşı çıkabilir!..
(Nebe Sûresi, 38)
“O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimdir!” (Bakara Sûresi, 255)
Bu âyet-i kerimeler şefaatin hak olduğunu açıkça ifade ettiği halde, artık bu rahmanî müesseseye kim, hangi salâhiyetle ve neye dayanarak karşı çıkabilir!..
[b]